21 Haziran 2013 Cuma

MUTLU PRENS


Mutlu Prens’in heykeli, kentin en yüksek yerindeki bir meydanda, görkemli bir kaidenin üstünde dikiliydi. Tüm kentin gurur kaynağı olan heykelin gövdesi incecik altın yapraklarla kaplanmıştı. Mutlu Prens’in gözleri bir çift gök yakuttan oluşuyordu. Kılıcının kabzasında ise kocaman bir kırmızı yakut parlıyordu.
Heykele hayran olmayan kimse neredeyse yok gibiydi. Sanat konusundaki zevkini her fırsatta göstermek isteyen kentin belediye meclis üyelerinden birinin, Mutlu Prens’in heykeli hakkındaki görüşü şöyleydi:
-       Bir rüzgar gülü kadar güzel!
Haksız da sayılmazdı. Çünkü belediye meclis üyesi gerçekte zevkli biriydi. Ama bu
konuda kendine fazla güveni olmadığı için insanların kendisini zevksiz biri olarak değerlendirmelerinden korkup hemen fikrini değiştirdi:
-       İşe yarar bir rüzgar gülü olduğu söylenemez tabi, diye devam etti.
Annesi, olmayacak şeyler tutturup tepinerek ağlayan oğlunu çekiştirdi.
-       Mutlu Prens’i örnek almalısın. Onun gibi davransan ne olur, diye sordu.
Mutsuz bir adam, bu muhteşem sanat eserine hayranlıkla gözlerini dikmiş,
seyrediyordu.
-       Demek şu sevimsiz dünyada Mutlu Prens gibi mutlu olmayı becerenler de varmış.
Doğrusu mutlu birini gördüğüme sevindim, dedi kendi kendine.
            Öğretmenleriyle birlikte yürüyen kırmızı pelerinli yoksul çocuklar, Mutlu Prens’in heykelini görünce başlarını yukarı dikip hayranlıkla heykeli seyrettiler. Sonra hep bir ağızdan;
-       Ne kadar da mutlu görünüyor! Tıpkı bir meleğe benziyor, diye bağırdılar.
Matematik öğretmenleri onlara çıkıştı:
-       Nereden biliyorsunuz? Hiç melek gördünüz mü? Meleklerin neye benzediğini nasıl
bilebilirsiniz, diye sordu. Çocuklar yine hep bir ağızdan;
-       Biz geceleri yatağımıza yatıp gözlerimiz kapadığımızda, düşlerimizde hep
melekleri  görüyoruz., diye bağırıştılar.
            Anlaşılan, çocukların düşlerinde melek görmeleri matematik öğretmeninin pek hoşuna gitmemişti ki kaşlarını çatıp somurttu.
            Bir gece yarısı küçük bir kırlangıç, kentin üstünde kanat çırpıyordu. Aslında acelesi olduğu söylenebilirdi. Çünkü bütün arkadaşları bir buçuk ay önce Mısır’a gitmişlerdi. O da Mısır’a uçmak üzere hazırlıklarını yapmış, fakat hayatında gördüğü en güzel su kamışından bir türlü ayrılamadığı için arkadaşlarıyla yola çıkamamıştı. Su kamışına rastladığında ilkbaharın henüz ilk günleriydi. Nehrin pırıl pırıl suları üzerinde kocaman, sarı bir kelebeği kovalarken birden su kamışına rastlamış ve görür görmez onu çok beğenmişti. Bu, hayatında gördüğü en zarif su kamışıydı çünkü. Hemen durup konuşmaya başlamıştı.
            Kırlangıç açık sözlü ve kestirmeden gitmeyi seven bir kuştu. Bu nedenle lafı fazla uzatmayıp, hemen konuya girdi.
-       Çok zarifsin. Umarım üzerine konmama ses çıkarmazsın.
Su kamışı ses çıkarmadı gerçekten, onun yerine nazlı nazlı boynunu büktü. Kırlangıç
sevinçle su kamışının çevresinde kanat çırptı. Suya değen kanatları nehrin yüzünde gümüş halkacıklar oluşturuyordu. Kırlangıç, su kamışına olan hayranlığını onun çevresinde uçuşarak dile getiriyordu. Bu hayran dolu kanat çırpmalar bütün bir yaz devam etti.
            Öteki kırlangıçlar, hemcinslerinin su kamışına duyduğu bu gereksiz hayranlık karşısında ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Bu nedenle kendi aralarında;
-       İkisi de birbirinden farklı. Su kamışı meteliksizin biri, üstüne üstlük bir ordu kadar
kalabalık akrabaları var, diye şakıyorlardı.
            Gerçekten de nehirdeki su kamışlarının sayısı oldukça fazlaydı. Hatta sayılamazlardı bile… Sonunda yaz bitti ve sonbahar geldiğinde bütün kırlangıçlar yolculuğa çıktılar. Hedefleri  sıcak ülkelerdi.
            Küçük kırlangıç önceleri onların gidişini umursamadı. Ancak çok geçmeden   onları özlemeye başladığını hissetti. Ancak çok geçmeden onları özlemeye başladığını hissetti. Yalnızlık çekiyordu. Üstelik su kamışı da ağzını açıp iki laf etmiyordu onunla. Yavaş yavaş ondan sıkılmaya başlamıştı.
-       Benimle biraz olsun sohbet etmiyor ama rüzgar her istediğinde ona boyun
eğmesini biliyor, diye söylendi.
            Kırlangıcın dediği doğruydu. Su kamışı, tatlı tatlı esen rüzgarda nazlı nazlı eğilerek salınıyordu. Kırlangıç kendi kendine yakınmayı sürdürdü:
-       Üstelik köklerine çok bağlı biri. Oysa, ben sık sık yolculuğa çıkmaktan çok  
hoşlanırım.  Sevdiklerimin de seyahati sevmesini isterim.
            Sonunda dayanamayarak sordu:
-       Benimle birlikte sıcak ülkelere gelir misin?
O sırada rüzgar yine esti ve su kamışı iki yana sallandı. O köklerine çok bağlı bir su kamışıydı.
Onun bu duyarsızlığına öfkelenen kırlangıç;
-       Benimle alay etmeyi bırak! Pekala,ne halin varsa gör,ben artık gidiyorum,hoşçakal
diyerek uzaklara doğru kanat açtı.
            Sabahtan hava kararana dek uçarak sonunda gece yarısı kentte ulaştı.
-       Kendime geceyi geçirebilecek bir yer bulmalıyım. Umarım  kenttekiler geleceğimi haber alıp önceden hazırlıklar yapmışlardır, diye söylendi.
            Birden, meydanın orta yerinde dikili olan Mutlu Prens’in heykeli gözüne ilişti.
-       İşte, geceyi geçireceğim yeri buldum. Temiz ve rahat görünüyor, diye bağırdı.
Kanatlarını o yöne doğru çırparak Mutlu Prens’in altından yapılmış ayakları dibine kondu.
Başını kaldırıp heykeli inceledikten sonra hayret ve beğeni ile söylendi:
-       Bana da altından bir yatak odasında uyumak yaraşırdı.
Tam kanatlarıyla başını örtüp uyumaya hazırlanıyordu ki tepesine iri bir su damlası düşüverdi.
-       Bu da nesi? Gökyüzünde bir tek bulut bile yok, üstelik yıldızlar da pırıl pırıl göz kırpıyorlar
ama tam da uyuyacağım yerde yağmur yağıyor. Bir şaka mı bu yoksa? Ah, nerede o Mısır’ın sıcacık çöl havası! Kuzey Avrupa’nın havasına güven olmuyor. Tıpkı su kamışlarına güven olmadığı gibi… O da yağmura bayılırdı. Şimdi hatırladım da, ne kadar da bencildi! Peki ama bu yağmur da ne demek oluyor diye hayretle söylendi.
            O sırada ikinci bir damla tam gagasının ucuna düştü.
-       Anlaşılan, bu heykel geceyi geçirmek için sandığım kadar uygun bir yer değil. Burada  yağmurdan bile korunamayacaksam, heykelde gecelemenin pek anlamı da yok. Ben en iyisi kendime bir saçak altı ya da güvenli bir baca deliği bulayım, dedi kanatlarını çırpmayı hazırlanarak.
            Ama ondan önce davranan üçüncü damla heykelin üzerinden uçmadan önce hazırlıksız yakaladı kırlangıcı. Küçük kırlangıç öfkeyle başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Ama gördükleri karşısında gagası hayretle açılıverdi. Tepesine düşen damlalar gökyüzünden değil Mutlu Prens’in gözlerinden damlıyordu. Heykelin altın yanaklarından parlak yollar oluşturarak aşağıya süzülen gözyaşları ay ışığında pırıl pırıl parlıyorlardı. Küçük kırlangıç gördüğü bu güzel manzara karşısında o kadar duygulandı ki kalbi acıyla sızladı.
-       Sen kimsin, diye sordu merakla.
-       Ben Mutlu Prens’im.
Küçük kırlangıç sordu:
-       O halde neden ağlıyorsun? Gözyaşlarınla beni neredeyse sırılsıklam yapacaktın.

-       Ah, küçük kırlangıç! Benim de ölmeden bir kalbim vardı. O kadar mutluydum ki
gözyaşı nedir bilmezdim. Yaşadığım yer, Sans-Souci Sarayı’ydı. Bu sarayda acı ve mutsuzluk yoktu. Gündüzleri zamanımı dostlarımla muhteşem bahçede birbirinden eğlenceli oyunlar oynayarak geçirirdim. Akşamları ise ışıl ışıl aydınlanmış büyük balo salonunda danslar ederek geçip giderdi. Çevresi yüksek duvarlarla çevrili bahçenin dışında ne olduğu beni hiç ilgilendirmezdi. O kalın duvarların dışına çıkmayı hiç düşünmezdim.Çünkü sarayımın içindeki her şey çok güzeldi ve ben orada çok mutluydum. Sarayda yaşayanlar bu nedenle bana “Mutlu Prens” diye isim takmışlardı. Mutluluğun sadece zevk ve eğlence demek olduğunu sanarak mutlu yaşadım ve mutlu öldüm. Öldükten sonra bu yüksek tepeye heykelimi diktiler. Ne yazık ki artık hiç mutlu değilim. Kalbim kurşundan yapılmış olduğu halde bu yükseklikten kentin bütün mutsuzluğunu, acılarını, çirkinliklerini ve sefaletini gördükçe ağlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Senin de tanık olduğun gibi göz yaşlarımı tutamıyorum, dedi Mutlu Prens.
            Başkalarıyla ilgili düşüncelerini yüksek sesle açıklamayacak kadar nazik bir kuş olan küçük kırlangıç, “Demek kalbi som altından değilmiş.”  dedi içinden. Mutlu Prens’in heykeli nazik sesiyle konuşmaya devam etti:
-       Bu meydanda çok uzaklarda, yoksul bir mahallenin dar sokaklarından birinde
yoksul  bir ev var. Evin açık penceresinden, masanın başında oturmuş durup dinlenmeden dikiş diken bir kadın görüyorum. Yüzü, yorgun ve zayıf görünüyor. Parmakları batan iğnelerden dolayı neredeyse delik deşik olmuş. Yorgun gözlerle, kraliçenin en güzel nedimelerinden birinin sarayda verilecek baloda giyeceği saten tuvaletinin üzerine çarkıfelek çiçekleri işliyor. Köşedeki yatakta bir çocuk ateşler içinde hasta yatıyor.

1 yorum: