Mutlu
Prens’in heykeli, kentin en yüksek yerindeki bir meydanda, görkemli bir
kaidenin üstünde dikiliydi. Tüm kentin gurur kaynağı olan heykelin gövdesi
incecik altın yapraklarla kaplanmıştı. Mutlu Prens’in gözleri bir çift gök
yakuttan oluşuyordu. Kılıcının kabzasında ise kocaman bir kırmızı yakut
parlıyordu.
Heykele
hayran olmayan kimse neredeyse yok gibiydi. Sanat konusundaki zevkini her
fırsatta göstermek isteyen kentin belediye meclis üyelerinden birinin, Mutlu
Prens’in heykeli hakkındaki görüşü şöyleydi:
-
Bir
rüzgar gülü kadar güzel!
Haksız
da sayılmazdı. Çünkü belediye meclis üyesi gerçekte zevkli biriydi. Ama bu
konuda
kendine fazla güveni olmadığı için insanların kendisini zevksiz biri olarak
değerlendirmelerinden korkup hemen fikrini değiştirdi:
-
İşe
yarar bir rüzgar gülü olduğu söylenemez tabi, diye devam etti.
Annesi,
olmayacak şeyler tutturup tepinerek ağlayan oğlunu çekiştirdi.
-
Mutlu
Prens’i örnek almalısın. Onun gibi davransan ne olur, diye sordu.
Mutsuz
bir adam, bu muhteşem sanat eserine hayranlıkla gözlerini dikmiş,
seyrediyordu.
-
Demek
şu sevimsiz dünyada Mutlu Prens gibi mutlu olmayı becerenler de varmış.
Doğrusu mutlu
birini gördüğüme sevindim, dedi kendi kendine.
Öğretmenleriyle birlikte yürüyen
kırmızı pelerinli yoksul çocuklar, Mutlu Prens’in heykelini görünce başlarını
yukarı dikip hayranlıkla heykeli seyrettiler. Sonra hep bir ağızdan;
-
Ne
kadar da mutlu görünüyor! Tıpkı bir meleğe benziyor, diye bağırdılar.
Matematik
öğretmenleri onlara çıkıştı:
-
Nereden
biliyorsunuz? Hiç melek gördünüz mü? Meleklerin neye benzediğini nasıl
bilebilirsiniz,
diye sordu. Çocuklar yine hep bir ağızdan;
-
Biz
geceleri yatağımıza yatıp gözlerimiz kapadığımızda, düşlerimizde hep
melekleri görüyoruz., diye bağırıştılar.
Anlaşılan, çocukların düşlerinde
melek görmeleri matematik öğretmeninin pek hoşuna gitmemişti ki kaşlarını çatıp
somurttu.
Bir gece yarısı küçük bir kırlangıç,
kentin üstünde kanat çırpıyordu. Aslında acelesi olduğu söylenebilirdi. Çünkü
bütün arkadaşları bir buçuk ay önce Mısır’a gitmişlerdi. O da Mısır’a uçmak
üzere hazırlıklarını yapmış, fakat hayatında gördüğü en güzel su kamışından bir
türlü ayrılamadığı için arkadaşlarıyla yola çıkamamıştı. Su kamışına
rastladığında ilkbaharın henüz ilk günleriydi. Nehrin pırıl pırıl suları
üzerinde kocaman, sarı bir kelebeği kovalarken birden su kamışına rastlamış ve
görür görmez onu çok beğenmişti. Bu, hayatında gördüğü en zarif su kamışıydı
çünkü. Hemen durup konuşmaya başlamıştı.
Kırlangıç açık sözlü ve kestirmeden
gitmeyi seven bir kuştu. Bu nedenle lafı fazla uzatmayıp, hemen konuya girdi.
-
Çok
zarifsin. Umarım üzerine konmama ses çıkarmazsın.
Su
kamışı ses çıkarmadı gerçekten, onun yerine nazlı nazlı boynunu büktü.
Kırlangıç
sevinçle su
kamışının çevresinde kanat çırptı. Suya değen kanatları nehrin yüzünde gümüş
halkacıklar oluşturuyordu. Kırlangıç, su kamışına olan hayranlığını onun
çevresinde uçuşarak dile getiriyordu. Bu hayran dolu kanat çırpmalar bütün bir
yaz devam etti.
Öteki kırlangıçlar, hemcinslerinin
su kamışına duyduğu bu gereksiz hayranlık karşısında ne diyeceklerini
bilemiyorlardı. Bu nedenle kendi aralarında;
-
İkisi
de birbirinden farklı. Su kamışı meteliksizin biri, üstüne üstlük bir ordu
kadar
kalabalık
akrabaları var, diye şakıyorlardı.
Gerçekten de nehirdeki su
kamışlarının sayısı oldukça fazlaydı. Hatta sayılamazlardı bile… Sonunda yaz
bitti ve sonbahar geldiğinde bütün kırlangıçlar yolculuğa
çıktılar. Hedefleri sıcak ülkelerdi.
Küçük kırlangıç önceleri onların
gidişini umursamadı. Ancak çok geçmeden
onları özlemeye başladığını hissetti. Ancak çok geçmeden onları özlemeye
başladığını hissetti. Yalnızlık çekiyordu. Üstelik su kamışı da ağzını açıp iki
laf etmiyordu onunla. Yavaş yavaş ondan sıkılmaya başlamıştı.
-
Benimle
biraz olsun sohbet etmiyor ama rüzgar her istediğinde ona boyun
eğmesini biliyor,
diye söylendi.
Kırlangıcın dediği doğruydu. Su
kamışı, tatlı tatlı esen rüzgarda nazlı nazlı eğilerek salınıyordu. Kırlangıç
kendi kendine yakınmayı sürdürdü:
-
Üstelik
köklerine çok bağlı biri. Oysa, ben sık sık yolculuğa çıkmaktan çok
hoşlanırım. Sevdiklerimin de seyahati sevmesini isterim.
Sonunda dayanamayarak sordu:
-
Benimle
birlikte sıcak ülkelere gelir misin?
O
sırada rüzgar yine esti ve su kamışı iki yana sallandı. O köklerine çok bağlı
bir su kamışıydı.
Onun bu
duyarsızlığına öfkelenen kırlangıç;
-
Benimle
alay etmeyi bırak! Pekala,ne halin varsa gör,ben artık gidiyorum,hoşçakal
diyerek
uzaklara doğru kanat açtı.
Sabahtan hava kararana dek uçarak
sonunda gece yarısı kentte ulaştı.
-
Kendime
geceyi geçirebilecek bir yer bulmalıyım. Umarım
kenttekiler geleceğimi haber alıp önceden
hazırlıklar yapmışlardır, diye söylendi.
Birden, meydanın orta yerinde dikili
olan Mutlu Prens’in heykeli gözüne ilişti.
-
İşte,
geceyi geçireceğim yeri buldum. Temiz ve rahat görünüyor, diye bağırdı.
Kanatlarını
o yöne doğru çırparak Mutlu Prens’in altından yapılmış ayakları dibine kondu.
Başını
kaldırıp heykeli inceledikten sonra hayret ve beğeni ile söylendi:
-
Bana
da altından bir yatak odasında uyumak yaraşırdı.
Tam
kanatlarıyla başını örtüp uyumaya hazırlanıyordu ki tepesine iri bir su damlası
düşüverdi.
-
Bu
da nesi? Gökyüzünde bir tek bulut bile yok, üstelik yıldızlar da pırıl pırıl
göz kırpıyorlar
ama tam da
uyuyacağım yerde yağmur yağıyor. Bir şaka mı bu yoksa? Ah, nerede o Mısır’ın
sıcacık çöl havası! Kuzey Avrupa’nın havasına güven olmuyor. Tıpkı su
kamışlarına güven olmadığı gibi… O da yağmura bayılırdı. Şimdi hatırladım da,
ne kadar da bencildi! Peki ama bu yağmur da ne demek oluyor diye hayretle
söylendi.
O sırada ikinci bir damla tam
gagasının ucuna düştü.
-
Anlaşılan,
bu heykel geceyi geçirmek için sandığım kadar uygun bir yer değil. Burada yağmurdan
bile korunamayacaksam, heykelde gecelemenin pek anlamı da yok. Ben en iyisi
kendime bir saçak altı ya da güvenli bir baca deliği bulayım, dedi kanatlarını
çırpmayı hazırlanarak.
Ama ondan önce davranan üçüncü damla
heykelin üzerinden uçmadan önce hazırlıksız yakaladı kırlangıcı. Küçük
kırlangıç öfkeyle başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Ama gördükleri karşısında
gagası hayretle açılıverdi. Tepesine düşen damlalar gökyüzünden değil Mutlu
Prens’in gözlerinden damlıyordu. Heykelin altın yanaklarından parlak yollar
oluşturarak aşağıya süzülen gözyaşları ay ışığında pırıl pırıl parlıyorlardı.
Küçük kırlangıç gördüğü bu güzel manzara karşısında o kadar duygulandı ki kalbi
acıyla sızladı.
-
Sen
kimsin, diye sordu merakla.
-
Ben
Mutlu Prens’im.
Küçük
kırlangıç sordu:
-
O
halde neden ağlıyorsun? Gözyaşlarınla beni neredeyse sırılsıklam yapacaktın.
-
Ah,
küçük kırlangıç! Benim de ölmeden bir kalbim vardı. O kadar mutluydum ki
gözyaşı nedir
bilmezdim. Yaşadığım yer, Sans-Souci Sarayı’ydı. Bu sarayda acı ve mutsuzluk
yoktu. Gündüzleri zamanımı dostlarımla muhteşem bahçede birbirinden eğlenceli
oyunlar oynayarak geçirirdim. Akşamları ise ışıl ışıl aydınlanmış büyük balo
salonunda danslar ederek geçip giderdi. Çevresi yüksek duvarlarla çevrili
bahçenin dışında ne olduğu beni hiç ilgilendirmezdi. O kalın duvarların dışına
çıkmayı hiç düşünmezdim.Çünkü sarayımın içindeki her şey çok güzeldi ve ben
orada çok mutluydum. Sarayda yaşayanlar bu nedenle bana “Mutlu Prens” diye isim
takmışlardı. Mutluluğun sadece zevk ve eğlence demek olduğunu sanarak mutlu
yaşadım ve mutlu öldüm. Öldükten sonra bu yüksek tepeye heykelimi diktiler. Ne
yazık ki artık hiç mutlu değilim. Kalbim kurşundan yapılmış olduğu halde bu
yükseklikten kentin bütün mutsuzluğunu, acılarını, çirkinliklerini ve
sefaletini gördükçe ağlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Senin de tanık
olduğun gibi göz yaşlarımı tutamıyorum, dedi Mutlu Prens.
Başkalarıyla ilgili düşüncelerini
yüksek sesle açıklamayacak kadar nazik bir kuş olan küçük kırlangıç, “Demek
kalbi som altından değilmiş.” dedi
içinden. Mutlu Prens’in heykeli nazik sesiyle konuşmaya devam etti:
-
Bu
meydanda çok uzaklarda, yoksul bir mahallenin dar sokaklarından birinde
yoksul bir ev var. Evin açık penceresinden, masanın
başında oturmuş durup dinlenmeden dikiş diken bir kadın görüyorum. Yüzü, yorgun
ve zayıf görünüyor. Parmakları batan iğnelerden dolayı neredeyse delik deşik
olmuş. Yorgun gözlerle, kraliçenin en güzel nedimelerinden birinin sarayda
verilecek baloda giyeceği saten tuvaletinin üzerine çarkıfelek çiçekleri
işliyor. Köşedeki yatakta bir çocuk ateşler içinde hasta yatıyor.
l
YanıtlaSil