Bir adamın iki oğlu
vardı. Bunlardan büyük olanı akıllı, kurnaz ve becerikliydi. Her işe koşar ve
başarırdı. Ama küçük oğlan hiç de öyle değildi. Bir şeye aklı ermez, hiçbir
şeyi öğrenmek istemezdi. Onu tanıyanlar babasına acırlar, kendi aralarında,
babasının bu çocuktan çekeceği var, derlerdi.
Evde görülecek her işi büyük çocuk yapardı. Küçük çocuk
ise olduğu yerde oturur hiçbir iş yapmadan vakit öldürürdü. Büyük oğlanın tek
kusuru korkak olmasıydı. Gece vakti bir yere gönderildiğinde eve korku içinde
dönerdi. Babasına:
- Mezarlığın
oradan geçerken korkudan ödüm patladı, tir tir titredim, derdi.
Kış geceleri ocak başında konu komşu
toplanıp söyleşirler, masallar anlatırlardı.
Bu arada bazı komşular:
- Hay
Allah, çok korktum, korkudan titredim, gibi sözler söyleyince küçük oğlan
sorardı:
- Korku
nedir? Korkudan titremek nasıl olur?
Ona korkunun ne olduğunu anlatmaya
çalışırlar ama çocuk bir türlü anlamazdı.
Çocuk bir gün babasına:
- Anlaşılan
bu sizin söylediğiniz korkmak, korkudan titremek önemli bir yetenek. Ben ne
yapıp edip bu yeteneğe kavuşmalıyım. Yani korkuyu öğrenmeliyim. Belki bu sayede
size yararlı olabilirim.
Adam, küçük oğlunun bu sözlerine
güldü. Ona:
- Sen
hep böyle boş laflar edersin, başka bir şey bilmezsin, dedi. Bak abine,
durmadan çalışıyor. Sen ise bu evde hep hazıra konuyorsun. Senin yediğin
içtiğin haramdır. Bunu böyle bilesin.
- İyi
işte baba, diye cevap verdi çocuk. Ben de korkuyu öğrenmek istiyorum, bu sayede
size yardım etmiş olacağım.
Bu konuşmaları dinleyen büyük oğlan
kendi kendine:
-
Allah, bu benim kardeşim adam olmayacak, diye söylendi. Dünyada bundan daha
akılsız, budala biri yoktur her halde.
Babası ise üzgündü kuşkusuz. Oğluna:
- Elbette,
dedi korkuyu öğrenmede yarar var, onu da kimse bilmez herhalde.
O günlerde kilisenin hizmetlisi
oturmaya geldiğinde baba bu konuyu açtı. Küçük
oğlunun iş
bilmezliğinden yakındı. Korkuyu öğrenmek istediğini anlattı.
- Düşün
dostum, dedi. Kendisine ekmeğini ne ile kazanmak istediğini soruyorum. O da bana
korkunun ne olduğunu öğrenmekten söz ediyor. Doğrusu çocuğun bu durumuna çok
üzülüyorum.
- Durum
böyleyse onu bir süre için benim yanıma ver, diye önerdi kilise görevlisi. Bu
süre içinde ben ona bazı şeyler öğretebilirim.
Baba bu öneriyi kabul etti. Kendi
kendine, yabancı evde bir şeyler öğrenir belki,
diye düşündü. Adam çocuğu
yanına aldı, kilisenin yanı başındaki küçük evine götürdü. Görevi kilisenin
temizlik işlerine bakmak bir de çanları çalmaktı. Birkaç gün sonra gece yarısı
oğlanı yataktan kaldırdı. Kuleye çıkıp çan çalmasını söyledi. İçinden de, korku
nedir az sonra öğreneceksin, diye söylendi.
Çocuğun arkasından gizlice dışarı çıktı. Oğlan kulenin
tepesinde çanı çalmak için ipe asıldığında arkasında bir gürültü duydu. Döndü,
baktı. Mazgal deliğinin tam arkasında bembeyaz bir hayalet gördü. Ona seslendi:
- Hey,
kimsin sen, ne işin var burada?
Hayalet ona cevap vermedi. Yerinden de
kımıldamadı. Oğlan:
- Cevap
ver yahu, dedi. Ya benimle konuş ya da çek git buradan. Görmüyor musun, işim
gücüm var.
Karşısında duran hayalet hiç
kıpırdamadı. Aslında bu, üzerine beyaz bir çarşaf
geçirmiş olan görevliden
başkası değildi. Amacı da çocuğu korkutmak, böylelikle korkuyu tanımasını
sağlamaktı. Ama çocuğun öyle hayaletten falan korkacağı yoktu. Elinde tuttuğu
ipi bıraktı. Oraya doğru yürüdü.
- Haydi
konuş, dedi. Yoksa seni merdivenlerden aşağıya atarım.
Adam yine ses çıkarmadı. Nasıl olsa
bir an gelir korkuverir, diye düşünüyordu.
Çocuk yine uyarıda
bulundu. Sonra geldi, beyazlara bürünmüş adama bir tekme attı. Zavallı görevli
paldır küldür merdivenlerden yuvarlandı. Oğlan hiçbir şey olmamış gibi çanın
ipini yakaladı, adamın öğrettiği biçimde çaldı. Sonra yine hiçbir şey olmamış
gibi merdivenlerin dibinde boylu boyunca yatan adama bakmadan eve döndü,
yatağına yattı. Görevlinin karısı uzun süre onu bekledi, kiliseden dönmediğini
görünce oğlanı uyandırıp sordu:
- Kocam
nerede kaldı? Senden önce kalkıp kuleye çıkmıştı.
- Görmedim
onu, dedi oğlan. Ama merdivenin başında bir duruyordu. Sesini çıkarmadı,
yerinden kımıldamadı. Onu bir hırsız sandım. Tekmeyle aşağıya yuvarladım. Ben
dönerken hala orada yatıyordu. Kocanız değil ama isterseniz gidip bir bakın.
Kadın fırladı gitti. Merdivenin
altında inleyip duran kocasını buldu. Onu sırtına
aldı .Zorlukla yatağına taşıdı.
Sonra doğruca oğlanın babasına koştu. Adamı uykusundan uyandırdı. Ona olanları
anlattı ve ona:
- Alın
bu haylaz oğlunuzu, dedi. Kocamın bacağını kırdı, hiçbir şey olmamış gibi horul
horul uyuyor.
Adam kadından özür diledi, hemen
giyindi. Koşa koşa gidip oğlanı yataktan kaldırıp
ona bağırdı, çağırdı.
Oğlan hiç oralı bile olmadı. Oğlan babasına hiçbir suçu olmadığını ve olanları
da olduğu gibi anlattı. Babası:
- Her
zaman senin yüzünden başım belaya giriyor, diye bağırdı. Haydi çelik git, gözüm
görmesin seni.
- Peki
baba, mademki istemiyorsun beni, çeker giderim. Çok yer dolaşıp ne yapıp eder
korkuyu tanırım. Ondan sonra da para kazanmaya başlarım.
- Ne
istersen öğren, bana göre hava hoş, diye babası konuştu. İşte şurada beş altın
var, onu al gidebildiğin kadar uzaklara git. Babanın kim olduğunu, nereden
geldiğini hiç kimseye söyleme. Çünkü sen bu ailenin, bu kentin yüz karasısın.
Sabaha yakın çocuk altınları aldı,
çıkınını omzuna attı ve kentten ayrıldı.Hem yürüyor
hem de kendi kendine
söyleniyordu:
- Ah,
korkmayı bir öğrensem. Korkudan
titremeyi bir öğrensem…
Bu sırada yanına bir adam geldi. Az
önce oğlanın söylediklerini duyup merak
etmişti.
Oğlanla selamlaştıktan
sonra ona ilerideki dar ağaçlarını gösterdi.
- Şunları
görüyor musun, dedi. Urgancının kızıyla evlenip uçmayı öğrenen yedilerin
durduğu ağaç bunlar. Orada, ağacın altında otur. Sabaha kadar bekle, o zaman
korkuyu öğrenirsin, titremeyi de…
- Yapılacak
iş böyle kolaysa ne ala, dedi oğlan. Eğer korkuyu bu kadar çabuk öğrenirsem
yanımdaki beş altını cebinde bil. Yarın erkenden gel, altınları al.
Oğlan darağacının altına oturup bekledi. Gece olunca hava
soğudu. Isınmak için bir ateş yaktı. Ellerini alevlere tutup ısındı. Bu sırada
rüzgar ipte sallanan cesetlere çarptıkça sesler çıkarıyordu. Onlara bakan çocuk
kendi kendine:
- Oh,
sen ateşte ısınıyorsun, onlar ise ayazda donuyorlar. Haydi onları indirip
ateşin başına getir de biraz ısınsınlar, kendilerine gelsinler.
Bu düşünce ile ayağa kalktı, direklere
tırmanıp ipleri kesti ve cesetleri teker teker
ateşin başına topladı.
Sonra da ateşi canlandırmak için üfleyip karıştırdı. Alevler yükselince
ölülerin üzerindeki giysiler ateş aldı. Çocuk onlara seslendi:
- Dikkat
edin, ateşle oynamayın. Yoksa sizleri yine oraya asarım.
Ölülerden bir cevap alamayan çocuk,
onlara kızdı. Sonra yerinden kalktı:
- Benden
günah gitti, dedi. Siz böyle beceriksizce davranırsanız beni de yakarsınız.
Hepinizi yerlerinize götüreceğim.
Gerçekten de dediğini yaptı. Her
birini tekrar eski yerlerine astı. Sonra ateşin başına
geçip yattı ve uyudu. Beş altını alacağını düşünerek sevinç içinde geceyi uykusuz geçiren adam erkenden geldi. Oğlandan altınları isterken:
geçip yattı ve uyudu. Beş altını alacağını düşünerek sevinç içinde geceyi uykusuz geçiren adam erkenden geldi. Oğlandan altınları isterken:
-Korkunun
en alasını öğrenmiş olmalısın, dedi. Ver bakalım bizim beş altını.
- Ne korkusu yahu, dedi. Ne öğrenmesi. Hem söylesene bana, korkuyu nereden
öğrenecektim bu ıssız yerde? Şu yukarıdakiler tek bir söz bile etmediler.
Zavallılar üşümesin diye ateşin başına getirdim. Ama beceriksiz adamlar,
giysilerini yaktılar, ben de onları eski yerlerine bağladım.
Adam bunları, gözleri fal taşı gibi
açılarak dinledi:
-Aman
Allahım, dedi. Böylesini ne duydum ne de gördüm. Bu çocuğun içine şeytan
girmiş, başka bir açıklaması olamaz…
Bunları söyleyerek oradan uzaklaştı.
Altınları almak bir yana, kendisine bir şey
Olmasından korktuğu için
var gücüyle koşmaya başladı. Oğlan ise çıkınını toplayıp yola koyuldu. Hem
yürüyor hem de yüksek sesle, ah ah korkuyu bir öğrenebilsem, diyordu.
Ardından gelen bir
arabacı sordu:
- Delikanlı,
kimsin sen?
Çocuk, babasının bu konudaki öğüdünü
hatırladı. Arabacıya cevap verdi:
- Bilmiyorum.
- Nerelisin?
- Bilmiyorum.
- Baban
kim?
- Söyleyemem.
- Kendi
kendine ne mırıldanıp duruyordun?
- Korkuyu
öğrenmek istiyorum. Korku nasıl bir şeydir, öğrenmek istiyorum.
- Gevezeliği
bırak da yanıma atla, dedi arabacı. Seni bir yere yerleştireyim.
Birlikte bir hana gittiler. Burada
geceleyeceklerdi. Odaya giderlerken çocuk kendi
kendine yine aynı
şekilde söylendi. Bunu işiten hancı güldü:
- Tam
yerine geldin delikanlı, dedi. Bu konuda epeyce fırsat eline geçecektir eline.
Yatakları düzeltmekte olan hancının
karısı söze karıştı:
- Aman
oğlum, ağzından yel alsın, dedi. Böyle korku meraklısı çok kişi gördük. Bu
meraklarını yaşamlarıyla ödediler. Bak se güzel bir çocuksun, böyle bir nedenle
gözlerin kapanırsa çok üzülürüm doğrusu.
- Benim
gurbete çıkış nedenim bu teyzeciğim, diye konuştu çocuk. Ne yapıp edip korkuyu
öğrenmeliyim, tanımalıyım.
- Eh
öyleyse sana açıklayayım dedi, hancı. Buraya pek uzak olmayan bir yerde gizemli
bir şato var. Eğer o şatoda üç gece tek başına kalabilirsen korku nedir bir
daha unutmayacak biçimde öğrenirsin.
- Kolay,
kolay dedi çocuk. Yarın hemen oraya giderim.
- Dur
anlatacaklarım var, dedi hancı. Sonra uzun uzun anlattı.
Şatoda üç gece kalmayı başarırsa kral
kızını verecekti. Bu kız dünya güzeliydi. Güneş
şimdiye kadar böyle bir
güzelliği aydınlatmamıştı hiç. Üstelik şatoda kötü hayaletlerin koruduğu zengin
bir hazine vardı. Şatoda üç gece kalabilen kişi hayaletlerin yok olmalarını
sağladığı gibi hazineyi de kurtarmış olacaktı. Şimdiye kadar pek çok genç
gönüllü olarak bu görevi üstlenmişti. Ama hiç biri sağ kalmamıştı.
Ertesi sabah çocuk kralın karşısına çıktı. Onu saygıyla
selamladıktan sonra amacını açıkladı:
- Yüce
kralım, dedi, izin verirseniz gizemli şatoda üç gece kalmaya gönüllüyüm.
Kral çocuğun yüzüne baktı. Ondan
hoşlandı. Çok genç ve yakışıklıydı. Ona:
- Hay
hay, kalabilirsin, dedi. Benden yanında götürmek için üç şey isteyebilirsin.
Ama üçü de cansız olacak.
Oğlan bir an düşündü. Sonra
isteklerini sıraladı:
- O
halde sizden bir ateş rica edeceğim, dedi. Bir torna tezgahı, bir de bıçaklı
keski tezgahı.
Kral bunları gündüzden şatoya
gönderdi. Gece yaklaşınca oğlan da şatoya gitti. Üst
kata çıktı. Odalardan
birinde parlak bir ateş yaktı. Bıçaklı keski tezgahını ateşin yanına koydu
Kendi de torna tezgahının üstüne oturdu. Söylenmeye başladı:
- Ah
bir korksam, korkuyu öğrenebilsem, korkuyu kim öğretecek bana?
Çocuk böyle söylene söylene vakit gece
yarısını buldu. Ateşi canlandırmak için
Eğildiğinde bir köşeden
sesler duydu:
- Miyav…miyav..Bizi
üşüten ne? Bizi üşüten ne?
Ses çığlık çığlığa yankılandı. Çocuk
sakince cevap verdi:
- Sizi
deliler, dedi. Ateş varken üşünür mü hiç. Gelin ateşin karşısına oturun,
birlikte ısınalım.
Bu sözleri söyleyen çocuk bakınmaya
başladı. Çok geçmeden iki karaltı bir sıçrayışta
yanıbaşına geldi. İki
yanına oturdular. Alev alev yanan yabani gözleriyle ona baktılar. Kısa bir süre
hiçbir ses çıkarmadan ısındılar. Sonra çocuğa:
- Bir
iskambil oyununa var mısın arkadaş, diye sordular.
- Neden
olmasın, iyi olur tabi. Hoşça vakit geçiririz, ama önce patilerinizi uzatın
bakayım bana.
Bunun üzerine kediler patilerini
uzattılar. Oğlan bunları dikkatlice inceledi. Kedilere:
- Tırnaklarınız
amma da uzamış ha, dedi. Durun önce onları keseyim de rahatça kağıt tutun.
Bunları söyler söylemez iki kediyi de
enselerinden yakaladı. Patilerini mengeneye
sıkıştırdı. Onları orada
öylece bıraktı:
- Sizde
iş yok, dedi. Patilerinizin görünüşü çok kötü. Hoşuma gitmedi.
Böyle söyleyerek kedileri vurup
öldürdü. Dışarı çıkıp suya attı. Tam ateşin başına
oturacağı sırada bu kez
her köşeden kara kediler, kara köpekler akın akın ortaya çıkmaya başladı.
Korkunç sesler çıkarıyorlardı. Oğlanın üzerine doğru ilerlediler. Ateşi
darmadağın ettiler, söndürmeye kalkıştılar. Oğlan kısa bir süre hiç ses
çıkarmadı. Sadece onları izledi, ama sonunda çok öfkelendi, bıçağı eline aldı.
- Defolun
buradan reziller, diye bağırdı.
Hayvanlar bu sesle durdular. Çığlık
çığlığa kaçıştılar. Bir kısmı kaçamadı. Çocuk
Onları bıçağıyla
öldürdü, dışarıdaki büyük havuza attı. Geri dönünce üfleye üfleye ateşi
canlandırdı, oturdu, sıcaklığın etkisiyle gevşedi. Gözleri kapanmaya, uyku
bastırmaya başladı. Bunun üzerine çevresine baktı. Orada bir yatak gördü:
- Tam
bana göre, diyerek yatağa girdi. Gözlerini kapadı.
Aynı anda yatak olduğu yerde hafifçe
sarsıldı. Sonra biraz yükseldi. Sonra daha da
yükseldi. Hava da
ilerlemeye başladı. Şatonun koridorlarından, odalarından geçti. Merdivenlerden
indi, aralıklardan geçti. Çocuk bunlardan çok hoşlanmış, kendi kendine, on ne
ala, deyip duruyordu. Bir süre sonra yatak alt üst oluverdi. Çocuğun üstüne
yığıldı ama o hiç korkmadı. Yastıkları, yorganları üstünden attı. Yatağı
düzeltti. Hiçbir şey olmamış gibi yatağa uzandı. Sabaha kadar uyudu.
Sabah erkenden kral şatoya geldi. Bu yakışıklı çocuğun
durumunu çok merak etmişti. Onu yatakta yatarken görünce yanındakilere:
- Yazık
oldu bu gence, dedi üzüntüyle.
Delikanlı bu sözleri duyunca uyandı:
- Yoo,
işler o kadar kızışmadı daha dedi.
Kral onu sapasağlam görünce sevindi.
Neler olduğunu sordu. Delikanlı da başından
geçenleri anlattı. Kral
da ona:
- Çok
güzel dedi. Bir gece böyle başarılı geçince diğer ikisi de geçer elbette.
Delikanlı şatodan çıktı. Hana vardı,
hancı onu karşısında görünce çok şaşırdı:
- Seni
sağ olarak göreceğimi hiç düşünmüyordum, dedi. Korkuyu öğrendin bari?
- Yok,
dedi çocuk üzüntüyle. Ne gezer, korku nerede, kim öğretecek onu bana?
Sonra yatağına yatıp akşama kadar
uyudu. Gece olunca şatoya çıktı. Ateşin başına
oturdu. Kendi kendine
söylenmeye başladı.
- Ah
bir korksam, korkuyu tanısam, ne olur korku nedir öğrensem…
Gece yarısı bir gürültü, bir patırtı
işitildi. Gürültü giderek arttı. Dalga dalda yayıldı.
Sonra bir süre durdu,
hiçbir şey işitilmez oldu. Sonunda bacadan aşağıya bağırarak bir adam indi.
Oğlanın ayakları dibine düştü. Adamın belden aşağısı yoktu. Çocuk onu görünce:
- Dur,
dedi. Sen üşümüşe benziyorsun. Şu ateşi canlandırayım da iyice ısın.
İşini bitirip doğrulunca ne görsün,
iki yarım gövde birleşmiş, kocaman bir şey olmuş,
kendi yerinde oturmuyor
mu?
- Yoo
dostum, dedi çocuk. O oturduğun yer benim. Haydi kalk bakayım oradan.
Garip yaratık onu itmek istedi. Ama
oğlan buna fırsat vermedi. Adamı tüm gücüyle itip
yere yuvarladı, sonra
kendi yerine oturdu. Az sonra gürültüler yine başladı. Bacadan birçok insan
daha düştü. Onların ardından dokuz tane ölü kemiğiyle iki tane ölü kafası çıktı
ortaya. Yarım adamlar bu kemiklerle
oynamaya başladılar. Çocuk onlara:
- Ben
de sizinle oynayabilir miyim, diye sordu.
- Paran
varsa hay hay.
- Param
var ama toplarınız tam yuvarlak değil, onları güzelce düzelteyim size.
Bunları söyledikten sonra iki kafayı
aldı, torna tezgahına koydu. Yusyuvarlak yaptı.
- İşte
şimdi oldu, dedi. Oyun daha zevkli olacak şimdi.
Böylelikle bir süre oynadılar.
Delikanlı epeyce para kazandı. Fakat onyedinci sayıyı
yapınca hepsi ortadan
kayboldu. Çocuk ateşi yeniden canlandırdı. Uyumaya başladı. Sabah olunca kral
geldi ve ona merakla sordu:
- Neler
oldu, anlat bakalım dedi.
-
Eh, işte kimi oyunlar oynadık, epeyce de para kazandım, dedi çocuk.
- Hiç
korkmadın mı, diye merakla sordu kral.
- Ne
gezer, dedi çocuk. Ah, korku nedir bir öğrenebilseydim, tüm isteğim bu. Ama
kimse bana bunu öğretemiyor.
Delikanlı yine hana gitti, yatıp
uyudu. Üçüncü gece, yeniden şatoya döndü. Ateşi yaktı
ve bir kanepeye oturdu
beklemeye başladı. Gece yarısı içeriye altı kişi girdi. Her biri çok iri ve
korkunç görünüşlüydü. Sırtlarında bir tabut taşıyorlardı. Delikanlı onları
görünce:
- Tamam,
dedi. Bu tabutun içindeki olsa olsa benim sevgili yeğenimdir. Birkaç gün önce
ölmüştü zavallıcık.
Sonra tabuta doğru seslendi:
- Gel
yeğenim, gel yanıma…
Adamlar tabutu yere koydular. Oğlan
onun yanına gidip diz çöktü, kapağını kaldırdı.
İçinde gerçekten bir ölü
yatıyordu. Oğlan:
- Dur,
seni biraz ısıtayım dedi.
Ateşin yanına gidip ellerini uzun uzun
ısıttı sonra ellerini ölünün iki yanağına dayadı.
Ama ölü bundan
etkilenmedi. Yine soğuk olarak kaldı. Bunu görünce ölüyü dışarı çıkardı,
dizlerine yatırdı. Isınsın diye kollarını, bacaklarını oynatmaya başladı.
Elleriyle bedenini ovuşturdu. Bunların bir yarar sağlamadığını görünce, iki
kişi bir yatakta yatınca birbirini ısıtırlar, diye düşündü. Ölüyü aldı,
kanepeye götürdü. Kendisi de yanına yattı. Üzerlerini örttü.
Gerçekten bir süre sonra ölü kımıldamaya başladı bunun
üzerine oğlan:
- Gördün
mü yeğenim, işte canlandın, dedi. Seni ısıtmasaydım, donup kalacaktın.
Bu sözler üzerine ölü yattığı yerden kalktı.
- Öyleyse
seni boğazlayacağım, diye haykırdı.
- Ne,
dedi çocuk. Bana teşekkür edeceğin yerde boğazlamaya kalkıyorsun ha! Madem ki
öyle, haydi tabutuna.
Ölüyü kaldırdı tabutun içine attı.
Kapağını örttü. Bunun üzerine olup bitenleri sessizce
izleyen altı iri adam
tabutu tutup yerden kaldırdılar. Sessizce odadan çıktılar. Delikanlı onların
gidişini izlerken başını salladı, kendi kendine yine aynı şekilde söylendi.
Az sonra içeriye diğer altı adamdan daha iri ve daha
korkunç görünüşlü biri girdi. Ama adam ihtiyardı. Uzun, beyaz bir sakalı vardı.
Delikanlıya:
- Eh,
dedi korku nedir biraz sonra öğreneceksin. Çünkü öleceksin koca adam.
- Dur
bakalım ihtiyar, o kadar acele etme. Neden ölecekmişim, söyle bana.
- Boynunu
kıracağım, dedi ihtiyar.
- Biraz
yavaş ol yahu, dedi çocuk. Görmüyor musun ben senden güçlüyüm. Sen nasıl olur
da benim boynumu kırabilirsin?
- Görürüz
bakalım, dedi ihtiyar. Eğer gerçekten benden güçlüysen seni bırakırım ama ben
güçlüysem… Gel bir deneyelim.
- Deneyelim,
dedi çocuk.
Birlikte
yürümeye başladılar. Uzun koridorun sonunda bir demirci ocağının başına
geldiler. Adam oradaki
raftan bir satır aldı, satırı kaldırdı. Örse vurdu, ama ne vuruş. Örs yere
gömüldü. Oğlan hemen atıldı.
- Ben
daha iyisini yaparım.
İhtiyar, çocuğun ne yapacağını görmek
için oradaki bir başka örsün yanına geldi.
Oğlan satırı yakaladı,
örsü bir vuruşta ikiye böldü. Sonra elini uzatıp ihtiyarın sakalını çekip örsün
aralığına kıstırdı.
-İşte
elimdesin, dedi. Ölüm sırası sende ihtiyar.
Eline bir sopa aldı, ihtiyara vurmaya
başladı. İhtiyar önceleri hiç ses çıkarmadı. Ama
sopalar arttıkça
ağlamaya sızlamaya başladı. Daha sonra çocuğa yalvarmaya başladı. Serbest
bırakırsa ona kıymetli hazineler vereceğinden söz etmeye başladı.
- Senin
sözüne de güvenilmez, dedi çocuk. Seni bırakırsam kaçmayacağını nerden bileyim.
- Evet
sana söz vereceğim dedi. Hıçkırarak Yemin etti.
- O
ne sözü, iye sordu çocuk.
- Bu
en büyük yemin, dedi adam.
Bunu üzerine delikanlı örsün yarığını
bir demir çubukla araladı. Sakalı çıkardı ve
ihtiyar önüne düştü.
Uzun koridorlardan geçerek şatonun mahzenine indiler. Orada altın dolusu üç
sandık duruyordu. İhtiyar onları göstererek konuştu:
- Bunlardan
birisi ülkedeki fakirlerin, dedi. Biri cesaretine karşılık senin, biri de
kralın Bunu böyle paylaştıracaksın.
O sırada saat on ikiyi vurdu. İhtiyar
ortadan kayboldu. Çocuk karanlıklar içinde kaldı.
Hiç korkmadı, kendi
kendine: Buradan çıkmanın yolunu bulurum mutlaka dedi. Elleriyle yoklaya
yoklaya koridora geldi. Sonra merdiveni bulup yukarıya çıktı. Ateşin yandığı
odayı bulup kanepeye uzandı ve yatıp uyudu.
Ertesi sabah kral erkenden geldi:
- Umarım
korkuyu öğrenmişsindir evlat, dedi.
- Hayır
efendim, ne gezer diye yanıt verdi. Ölü yeğenim buradaydı, sakallı bir adam
geldi, alt katta üç sandık altın gösterdi bana. Ama korkunun ne olduğunu
öğrenemedim hala.
Kral onun sırtını okşadı:
- Şatoyu
sihirden kurtardın, dedi. Kızımla evlenmeye hak kazandın.
Çocuk pek aldırmıyor gibiydi. Hiç
durmadan, neye yarar korkuyu öğrenemedimki,diye
söylenip duruyordu. Birkaç
günlük hazırlıktan sonra düğün yapıldı, bir sandık altın halka dağıtıldı.
İkinci sandık korkusuz gencin yaşayacağı saraya kondu. Üçüncü sandıkta kralın hazinesine kondu. Genç çocuk, karısını çok
sevdi. Ona candan bağlandı. Mutlu bir yaşam sürdü. Ama yine de durmadan,
korkuyu öğrenemedim diye söylenmeye devam ediyormuş.
Karısı bu sözlere çok
kızıyordu. Ama kocasını sevdiği için hiç ses çıkarmadı. Bir gün bu işe son
vermek istedi. En yakın hizmetçisini yanına çağırarak ona fısıl fısıl bir
şeyler söyledi. Sonra ona:
- Anladın
mı, dedi. Bana yardım edeceksin değil mi?
- Tabi
prensesim, dedi genç hizmetçi. Bu sayede eşiniz korku nedir öğrenecek.
O gece herkes odasına çekilince
hizmetçi eline bir kova aldı. Bahçenin ortasından
geçen dere kıyısına
gitti. Kovayı suya daldırıp bir dolu kaya balığı yakaladı. Sonra sessizce
ilerleyip genç karı kocanın dairelerinin kapısını açtı. Sessizce içeriye girdi.
Karyolaya yaklaştı prenses aniden yorganı kaldırdı. Hizmetçi de soğuk suyu
balıklarla birlikte, uyumakta olan gencin üstüne boşalttı.
Oğlan suyu etkisiyle aniden uyandı. Ürperdi. Hele üstünde
zıplayıp duran balıkları hissedince titremeye başladı. Karısına:
- Oh!
Hele şükür, dedi. Bak işte zangır zangır titriyorum. Bir daha korkudan
titremekten söz etmeyeceğim hiçbir zaman dedi.
Böylece hep birlikte mutlu bir ömür
sürmüşler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder