12 Ağustos 2013 Pazartesi

KORKU BİLMEYEN ÇOCUK


             Bir adamın iki oğlu vardı. Bunlardan büyük olanı akıllı, kurnaz ve becerikliydi. Her işe koşar ve başarırdı. Ama küçük oğlan hiç de öyle değildi. Bir şeye aklı ermez, hiçbir şeyi öğrenmek istemezdi. Onu tanıyanlar babasına acırlar, kendi aralarında, babasının bu çocuktan çekeceği var, derlerdi.

            Evde görülecek her işi büyük çocuk yapardı. Küçük çocuk ise olduğu yerde oturur hiçbir iş yapmadan vakit öldürürdü. Büyük oğlanın tek kusuru korkak olmasıydı. Gece vakti bir yere gönderildiğinde eve korku içinde dönerdi. Babasına:

- Mezarlığın oradan geçerken korkudan ödüm patladı, tir tir titredim, derdi.

Kış geceleri ocak başında konu komşu toplanıp söyleşirler, masallar anlatırlardı.

Bu arada bazı komşular:

 - Hay Allah, çok korktum, korkudan titredim, gibi sözler söyleyince küçük oğlan sorardı:

- Korku nedir? Korkudan titremek nasıl olur?

Ona korkunun ne olduğunu anlatmaya çalışırlar ama çocuk bir türlü anlamazdı.
 
Çocuk bir gün babasına:

- Anlaşılan bu sizin söylediğiniz korkmak, korkudan titremek önemli bir yetenek. Ben ne yapıp edip bu yeteneğe kavuşmalıyım. Yani korkuyu öğrenmeliyim. Belki bu sayede size yararlı olabilirim.

Adam, küçük oğlunun bu sözlerine güldü. Ona:

- Sen hep böyle boş laflar edersin, başka bir şey bilmezsin, dedi. Bak abine, durmadan çalışıyor. Sen ise bu evde hep hazıra konuyorsun. Senin yediğin içtiğin haramdır. Bunu böyle bilesin.

- İyi işte baba, diye cevap verdi çocuk. Ben de korkuyu öğrenmek istiyorum, bu sayede size yardım etmiş olacağım.

Bu konuşmaları dinleyen büyük oğlan kendi kendine:

- Allah, bu benim kardeşim adam olmayacak, diye söylendi. Dünyada bundan daha akılsız, budala biri yoktur her halde.

Babası ise üzgündü kuşkusuz.  Oğluna:

- Elbette, dedi korkuyu öğrenmede yarar var, onu da kimse bilmez herhalde.

O günlerde kilisenin hizmetlisi oturmaya geldiğinde baba bu konuyu açtı. Küçük

oğlunun iş bilmezliğinden yakındı. Korkuyu öğrenmek istediğini anlattı.

- Düşün dostum, dedi. Kendisine ekmeğini ne ile kazanmak istediğini soruyorum. O da bana korkunun ne olduğunu öğrenmekten söz ediyor. Doğrusu çocuğun bu durumuna çok üzülüyorum.

- Durum böyleyse onu bir süre için benim yanıma ver, diye önerdi kilise görevlisi. Bu süre içinde ben ona bazı şeyler öğretebilirim.

Baba bu öneriyi kabul etti. Kendi kendine, yabancı evde bir şeyler öğrenir belki,

diye düşündü. Adam çocuğu yanına aldı, kilisenin yanı başındaki küçük evine götürdü. Görevi kilisenin temizlik işlerine bakmak bir de çanları çalmaktı. Birkaç gün sonra gece yarısı oğlanı yataktan kaldırdı. Kuleye çıkıp çan çalmasını söyledi. İçinden de, korku nedir az sonra öğreneceksin, diye söylendi.

            Çocuğun arkasından gizlice dışarı çıktı. Oğlan kulenin tepesinde çanı çalmak için ipe asıldığında arkasında bir gürültü duydu. Döndü, baktı. Mazgal deliğinin tam arkasında bembeyaz bir hayalet gördü. Ona seslendi:

- Hey, kimsin sen, ne işin var burada?

Hayalet ona cevap vermedi. Yerinden de kımıldamadı. Oğlan:

- Cevap ver yahu, dedi. Ya benimle konuş ya da çek git buradan. Görmüyor musun, işim gücüm var.

Karşısında duran hayalet hiç kıpırdamadı. Aslında bu, üzerine beyaz bir çarşaf

geçirmiş olan görevliden başkası değildi. Amacı da çocuğu korkutmak, böylelikle korkuyu tanımasını sağlamaktı. Ama çocuğun öyle hayaletten falan korkacağı yoktu. Elinde tuttuğu ipi bıraktı. Oraya doğru yürüdü.

- Haydi konuş, dedi. Yoksa seni merdivenlerden aşağıya atarım.

Adam yine ses çıkarmadı. Nasıl olsa bir an gelir korkuverir, diye düşünüyordu.

Çocuk yine uyarıda bulundu. Sonra geldi, beyazlara bürünmüş adama bir tekme attı. Zavallı görevli paldır küldür merdivenlerden yuvarlandı. Oğlan hiçbir şey olmamış gibi çanın ipini yakaladı, adamın öğrettiği biçimde çaldı. Sonra yine hiçbir şey olmamış gibi merdivenlerin dibinde boylu boyunca yatan adama bakmadan eve döndü, yatağına yattı. Görevlinin karısı uzun süre onu bekledi, kiliseden dönmediğini görünce oğlanı uyandırıp sordu:

- Kocam nerede kaldı? Senden önce kalkıp kuleye çıkmıştı.

- Görmedim onu, dedi oğlan. Ama merdivenin başında bir duruyordu. Sesini çıkarmadı, yerinden kımıldamadı. Onu bir hırsız sandım. Tekmeyle aşağıya yuvarladım. Ben dönerken hala orada yatıyordu. Kocanız değil ama isterseniz gidip bir bakın.

Kadın fırladı gitti. Merdivenin altında inleyip duran kocasını buldu. Onu sırtına

aldı .Zorlukla yatağına taşıdı. Sonra doğruca oğlanın babasına koştu. Adamı uykusundan uyandırdı. Ona olanları anlattı ve ona:

- Alın bu haylaz oğlunuzu, dedi. Kocamın bacağını kırdı, hiçbir şey olmamış gibi horul horul uyuyor.

Adam kadından özür diledi, hemen giyindi. Koşa koşa gidip oğlanı yataktan kaldırıp

ona bağırdı, çağırdı. Oğlan hiç oralı bile olmadı. Oğlan babasına hiçbir suçu olmadığını ve olanları da olduğu gibi anlattı. Babası:

- Her zaman senin yüzünden başım belaya giriyor, diye bağırdı. Haydi çelik git, gözüm görmesin seni.

- Peki baba, mademki istemiyorsun beni, çeker giderim. Çok yer dolaşıp ne yapıp eder korkuyu tanırım. Ondan sonra da para kazanmaya başlarım.

- Ne istersen öğren, bana göre hava hoş, diye babası konuştu. İşte şurada beş altın var, onu al gidebildiğin kadar uzaklara git. Babanın kim olduğunu, nereden geldiğini hiç kimseye söyleme. Çünkü sen bu ailenin, bu kentin yüz karasısın.

Sabaha yakın çocuk altınları aldı, çıkınını omzuna attı ve kentten ayrıldı.Hem yürüyor

hem de kendi kendine söyleniyordu:

- Ah, korkmayı  bir öğrensem. Korkudan titremeyi bir öğrensem…

Bu sırada yanına bir adam geldi. Az önce oğlanın söylediklerini duyup  merak etmişti.

Oğlanla selamlaştıktan sonra ona ilerideki dar ağaçlarını gösterdi.

- Şunları görüyor musun, dedi. Urgancının kızıyla evlenip uçmayı öğrenen yedilerin durduğu ağaç bunlar. Orada, ağacın altında otur. Sabaha kadar bekle, o zaman korkuyu öğrenirsin, titremeyi de…

- Yapılacak iş böyle kolaysa ne ala, dedi oğlan. Eğer korkuyu bu kadar çabuk öğrenirsem yanımdaki beş altını cebinde bil. Yarın erkenden gel, altınları al.

            Oğlan darağacının altına oturup bekledi. Gece olunca hava soğudu. Isınmak için bir ateş yaktı. Ellerini alevlere tutup ısındı. Bu sırada rüzgar ipte sallanan cesetlere çarptıkça sesler çıkarıyordu. Onlara bakan çocuk kendi kendine:

- Oh, sen ateşte ısınıyorsun, onlar ise ayazda donuyorlar. Haydi onları indirip ateşin başına getir de biraz ısınsınlar, kendilerine gelsinler.

Bu düşünce ile ayağa kalktı, direklere tırmanıp ipleri kesti ve cesetleri teker teker

ateşin başına topladı. Sonra da ateşi canlandırmak için üfleyip karıştırdı. Alevler yükselince ölülerin üzerindeki giysiler ateş aldı. Çocuk onlara seslendi:

- Dikkat edin, ateşle oynamayın. Yoksa sizleri yine oraya asarım.

Ölülerden bir cevap alamayan çocuk, onlara kızdı. Sonra yerinden kalktı:

- Benden günah gitti, dedi. Siz böyle beceriksizce davranırsanız beni de yakarsınız. Hepinizi yerlerinize götüreceğim.

Gerçekten de dediğini yaptı. Her birini tekrar eski yerlerine astı. Sonra ateşin başına
geçip yattı ve uyudu. Beş altını alacağını düşünerek sevinç içinde geceyi uykusuz geçiren adam erkenden geldi. Oğlandan altınları isterken:

-Korkunun en alasını öğrenmiş olmalısın, dedi. Ver bakalım bizim beş altını.

- Ne korkusu yahu, dedi. Ne öğrenmesi. Hem söylesene bana, korkuyu nereden öğrenecektim bu ıssız yerde? Şu yukarıdakiler tek bir söz bile etmediler. Zavallılar üşümesin diye ateşin başına getirdim. Ama beceriksiz adamlar, giysilerini yaktılar, ben de onları eski yerlerine bağladım.

Adam bunları, gözleri fal taşı gibi açılarak dinledi:

-Aman Allahım, dedi. Böylesini ne duydum ne de gördüm. Bu çocuğun içine şeytan girmiş, başka bir açıklaması olamaz…

Bunları söyleyerek oradan uzaklaştı. Altınları almak bir yana, kendisine bir şey

Olmasından korktuğu için var gücüyle koşmaya başladı. Oğlan ise çıkınını toplayıp yola koyuldu. Hem yürüyor hem de yüksek sesle, ah ah korkuyu bir öğrenebilsem, diyordu.

Ardından gelen bir arabacı sordu:

-  Delikanlı, kimsin sen?

Çocuk, babasının bu konudaki öğüdünü hatırladı. Arabacıya cevap verdi:

-  Bilmiyorum.

-  Nerelisin?

-  Bilmiyorum.

-  Baban kim?

-  Söyleyemem.

-  Kendi kendine ne mırıldanıp duruyordun?

 Korkuyu öğrenmek istiyorum. Korku nasıl bir şeydir, öğrenmek istiyorum.

-  Gevezeliği bırak da yanıma atla, dedi arabacı. Seni bir yere yerleştireyim.

Birlikte bir hana gittiler. Burada geceleyeceklerdi. Odaya giderlerken çocuk kendi

kendine yine aynı şekilde söylendi. Bunu işiten hancı güldü:

-  Tam yerine geldin delikanlı, dedi. Bu konuda epeyce fırsat eline geçecektir eline.

Yatakları düzeltmekte olan hancının karısı söze karıştı:

-  Aman oğlum, ağzından yel alsın, dedi. Böyle korku meraklısı çok kişi gördük. Bu meraklarını yaşamlarıyla ödediler. Bak se güzel bir çocuksun, böyle bir nedenle gözlerin kapanırsa çok üzülürüm doğrusu.

Benim gurbete çıkış nedenim bu teyzeciğim, diye konuştu çocuk. Ne yapıp edip korkuyu öğrenmeliyim, tanımalıyım.

- Eh öyleyse sana açıklayayım dedi, hancı. Buraya pek uzak olmayan bir yerde gizemli bir şato var. Eğer o şatoda üç gece tek başına kalabilirsen korku nedir bir daha unutmayacak biçimde öğrenirsin.

Kolay, kolay dedi çocuk. Yarın hemen oraya giderim.

Dur anlatacaklarım var, dedi hancı. Sonra uzun uzun anlattı.

Şatoda üç gece kalmayı başarırsa kral kızını verecekti. Bu kız dünya güzeliydi. Güneş

şimdiye kadar böyle bir güzelliği aydınlatmamıştı hiç. Üstelik şatoda kötü hayaletlerin koruduğu zengin bir hazine vardı. Şatoda üç gece kalabilen kişi hayaletlerin yok olmalarını sağladığı gibi hazineyi de kurtarmış olacaktı. Şimdiye kadar pek çok genç gönüllü olarak bu görevi üstlenmişti. Ama hiç biri sağ kalmamıştı.

            Ertesi sabah çocuk kralın karşısına çıktı. Onu saygıyla selamladıktan sonra amacını açıkladı:

Yüce kralım, dedi, izin verirseniz gizemli şatoda üç gece kalmaya gönüllüyüm.

Kral çocuğun yüzüne baktı. Ondan hoşlandı. Çok genç ve yakışıklıydı. Ona:

Hay hay, kalabilirsin, dedi. Benden yanında götürmek için üç şey isteyebilirsin. Ama üçü de cansız olacak.

Oğlan bir an düşündü. Sonra isteklerini sıraladı:

O halde sizden bir ateş rica edeceğim, dedi. Bir torna tezgahı, bir de bıçaklı keski tezgahı.

Kral bunları gündüzden şatoya gönderdi. Gece yaklaşınca oğlan da şatoya gitti. Üst

kata çıktı. Odalardan birinde parlak bir ateş yaktı. Bıçaklı keski tezgahını ateşin yanına koydu Kendi de torna tezgahının üstüne oturdu. Söylenmeye başladı:

Ah bir korksam, korkuyu öğrenebilsem, korkuyu kim öğretecek bana?

Çocuk böyle söylene söylene vakit gece yarısını buldu. Ateşi canlandırmak için

Eğildiğinde bir köşeden sesler duydu:

Miyav…miyav..Bizi üşüten ne? Bizi üşüten ne?

Ses çığlık çığlığa yankılandı. Çocuk sakince cevap verdi:

Sizi deliler, dedi. Ateş varken üşünür mü hiç. Gelin ateşin karşısına oturun, birlikte ısınalım.

Bu sözleri söyleyen çocuk bakınmaya başladı. Çok geçmeden iki karaltı bir sıçrayışta

yanıbaşına geldi. İki yanına oturdular. Alev alev yanan yabani gözleriyle ona baktılar. Kısa bir süre hiçbir ses çıkarmadan ısındılar. Sonra çocuğa:

Bir iskambil oyununa var mısın arkadaş, diye sordular.

Neden olmasın, iyi olur tabi. Hoşça vakit geçiririz, ama önce patilerinizi uzatın bakayım bana.

Bunun üzerine kediler patilerini uzattılar. Oğlan bunları dikkatlice inceledi. Kedilere:

Tırnaklarınız amma da uzamış ha, dedi. Durun önce onları keseyim de rahatça kağıt tutun.

Bunları söyler söylemez iki kediyi de enselerinden yakaladı. Patilerini mengeneye

sıkıştırdı. Onları orada öylece bıraktı:

Sizde iş yok, dedi. Patilerinizin görünüşü çok kötü. Hoşuma  gitmedi.

Böyle söyleyerek kedileri vurup öldürdü. Dışarı çıkıp suya attı. Tam ateşin başına

oturacağı sırada bu kez her köşeden kara kediler, kara köpekler akın akın ortaya çıkmaya başladı. Korkunç sesler çıkarıyorlardı. Oğlanın üzerine doğru ilerlediler. Ateşi darmadağın ettiler, söndürmeye kalkıştılar. Oğlan kısa bir süre hiç ses çıkarmadı. Sadece onları izledi, ama sonunda çok öfkelendi, bıçağı eline aldı.

Defolun buradan reziller, diye bağırdı.

Hayvanlar bu sesle durdular. Çığlık çığlığa kaçıştılar. Bir kısmı kaçamadı. Çocuk

Onları bıçağıyla öldürdü, dışarıdaki büyük havuza attı. Geri dönünce üfleye üfleye ateşi canlandırdı, oturdu, sıcaklığın etkisiyle gevşedi. Gözleri kapanmaya, uyku bastırmaya başladı. Bunun üzerine çevresine baktı. Orada bir yatak gördü:

Tam bana göre, diyerek yatağa girdi. Gözlerini kapadı.

Aynı anda yatak olduğu yerde hafifçe sarsıldı. Sonra biraz yükseldi. Sonra daha da

yükseldi. Hava da ilerlemeye başladı. Şatonun koridorlarından, odalarından geçti. Merdivenlerden indi, aralıklardan geçti. Çocuk bunlardan çok hoşlanmış, kendi kendine, on ne ala, deyip duruyordu. Bir süre sonra yatak alt üst oluverdi. Çocuğun üstüne yığıldı ama o hiç korkmadı. Yastıkları, yorganları üstünden attı. Yatağı düzeltti. Hiçbir şey olmamış gibi yatağa uzandı. Sabaha kadar uyudu.

            Sabah erkenden kral şatoya geldi. Bu yakışıklı çocuğun durumunu çok merak etmişti. Onu yatakta yatarken görünce yanındakilere:

Yazık oldu bu gence, dedi üzüntüyle.

Delikanlı bu sözleri duyunca uyandı:

Yoo, işler o kadar kızışmadı daha dedi.

Kral onu sapasağlam görünce sevindi. Neler olduğunu sordu. Delikanlı da başından

geçenleri anlattı. Kral da ona:

Çok güzel dedi. Bir gece böyle başarılı geçince diğer ikisi de geçer elbette.

Delikanlı şatodan çıktı. Hana vardı, hancı onu karşısında görünce çok şaşırdı:

Seni sağ olarak göreceğimi hiç düşünmüyordum, dedi. Korkuyu öğrendin bari?

Yok, dedi çocuk üzüntüyle. Ne gezer, korku nerede, kim öğretecek onu bana?

Sonra yatağına yatıp akşama kadar uyudu. Gece olunca şatoya çıktı. Ateşin başına

oturdu. Kendi kendine söylenmeye başladı.

Ah bir korksam, korkuyu tanısam, ne olur korku nedir öğrensem…

Gece yarısı bir gürültü, bir patırtı işitildi. Gürültü giderek arttı. Dalga dalda yayıldı.

Sonra bir süre durdu, hiçbir şey işitilmez oldu. Sonunda bacadan aşağıya bağırarak bir adam indi. Oğlanın ayakları dibine düştü. Adamın belden aşağısı yoktu. Çocuk onu görünce:

Dur, dedi. Sen üşümüşe benziyorsun. Şu ateşi canlandırayım da iyice ısın.

İşini bitirip doğrulunca ne görsün, iki yarım gövde birleşmiş, kocaman bir şey olmuş,

kendi yerinde oturmuyor mu?

Yoo dostum, dedi çocuk. O oturduğun yer benim. Haydi kalk bakayım oradan.

Garip yaratık onu itmek istedi. Ama oğlan buna fırsat vermedi. Adamı tüm gücüyle itip

yere yuvarladı, sonra kendi yerine oturdu. Az sonra gürültüler yine başladı. Bacadan birçok insan daha düştü. Onların ardından dokuz tane ölü kemiğiyle iki tane ölü kafası çıktı ortaya. Yarım adamlar  bu kemiklerle oynamaya başladılar. Çocuk onlara:

- Ben de sizinle oynayabilir miyim, diye sordu.

Paran varsa hay hay.

Param var ama toplarınız tam yuvarlak değil, onları güzelce düzelteyim size.

Bunları söyledikten sonra iki kafayı aldı, torna tezgahına koydu. Yusyuvarlak yaptı.

İşte şimdi oldu, dedi. Oyun daha zevkli olacak şimdi.

Böylelikle bir süre oynadılar. Delikanlı epeyce para kazandı. Fakat onyedinci sayıyı

yapınca hepsi ortadan kayboldu. Çocuk ateşi yeniden canlandırdı. Uyumaya başladı. Sabah olunca kral geldi ve ona merakla sordu:

Neler oldu, anlat bakalım dedi.

Eh, işte kimi oyunlar oynadık, epeyce de para kazandım, dedi çocuk.

Hiç korkmadın mı, diye merakla sordu kral.

Ne gezer, dedi çocuk. Ah, korku nedir bir öğrenebilseydim, tüm isteğim bu. Ama kimse bana bunu öğretemiyor.

Delikanlı yine hana gitti, yatıp uyudu. Üçüncü gece, yeniden şatoya döndü. Ateşi yaktı

ve bir kanepeye oturdu beklemeye başladı. Gece yarısı içeriye altı kişi girdi. Her biri çok iri ve korkunç görünüşlüydü. Sırtlarında bir tabut taşıyorlardı. Delikanlı onları görünce:

Tamam, dedi. Bu tabutun içindeki olsa olsa benim sevgili yeğenimdir. Birkaç gün önce ölmüştü zavallıcık.

Sonra tabuta doğru seslendi:

Gel yeğenim, gel yanıma…

Adamlar tabutu yere koydular. Oğlan onun yanına gidip diz çöktü, kapağını kaldırdı.

İçinde gerçekten bir ölü yatıyordu. Oğlan:

Dur, seni biraz ısıtayım dedi.

Ateşin yanına gidip ellerini uzun uzun ısıttı sonra ellerini ölünün iki yanağına dayadı.

Ama ölü bundan etkilenmedi. Yine soğuk olarak kaldı. Bunu görünce ölüyü dışarı çıkardı, dizlerine yatırdı. Isınsın diye kollarını, bacaklarını oynatmaya başladı. Elleriyle bedenini ovuşturdu. Bunların bir yarar sağlamadığını görünce, iki kişi bir yatakta yatınca birbirini ısıtırlar, diye düşündü. Ölüyü aldı, kanepeye götürdü. Kendisi de yanına yattı. Üzerlerini örttü.

            Gerçekten bir süre sonra ölü kımıldamaya başladı bunun üzerine oğlan:

Gördün mü yeğenim, işte canlandın, dedi. Seni ısıtmasaydım, donup kalacaktın.

Bu sözler üzerine ölü yattığı yerden kalktı.

Öyleyse seni boğazlayacağım, diye haykırdı.

Ne, dedi çocuk. Bana teşekkür edeceğin yerde boğazlamaya kalkıyorsun ha! Madem ki öyle, haydi tabutuna.

Ölüyü kaldırdı tabutun içine attı. Kapağını örttü. Bunun üzerine olup bitenleri sessizce

izleyen altı iri adam tabutu tutup yerden kaldırdılar. Sessizce odadan çıktılar. Delikanlı onların gidişini izlerken başını salladı, kendi kendine yine aynı şekilde söylendi.

            Az sonra içeriye diğer altı adamdan daha iri ve daha korkunç görünüşlü biri girdi. Ama adam ihtiyardı. Uzun, beyaz bir sakalı vardı. Delikanlıya:

Eh, dedi korku nedir biraz sonra öğreneceksin. Çünkü öleceksin koca adam.

Dur bakalım ihtiyar, o kadar acele etme. Neden ölecekmişim, söyle bana.

Boynunu kıracağım, dedi ihtiyar.

Biraz yavaş ol yahu, dedi çocuk. Görmüyor musun ben senden güçlüyüm. Sen nasıl olur da benim boynumu kırabilirsin?

Görürüz bakalım, dedi ihtiyar. Eğer gerçekten benden güçlüysen seni bırakırım ama ben güçlüysem… Gel bir deneyelim.

Deneyelim, dedi çocuk.

Birlikte yürümeye başladılar. Uzun koridorun sonunda bir demirci ocağının başına

geldiler. Adam oradaki raftan bir satır aldı, satırı kaldırdı. Örse vurdu, ama ne vuruş. Örs yere gömüldü. Oğlan hemen atıldı.

Ben daha iyisini yaparım.

İhtiyar, çocuğun ne yapacağını görmek için oradaki bir başka örsün yanına geldi.

Oğlan satırı yakaladı, örsü bir vuruşta ikiye böldü. Sonra elini uzatıp ihtiyarın sakalını çekip örsün aralığına kıstırdı.

-İşte elimdesin, dedi. Ölüm sırası sende ihtiyar.

Eline bir sopa aldı, ihtiyara vurmaya başladı. İhtiyar önceleri hiç ses çıkarmadı. Ama

sopalar arttıkça ağlamaya sızlamaya başladı. Daha sonra çocuğa yalvarmaya başladı. Serbest bırakırsa ona kıymetli hazineler vereceğinden söz etmeye başladı.

Senin sözüne de güvenilmez, dedi çocuk. Seni bırakırsam kaçmayacağını nerden bileyim.

Evet sana söz vereceğim dedi. Hıçkırarak Yemin etti.

O ne sözü, iye sordu çocuk.

Bu en büyük yemin, dedi adam.

Bunu üzerine delikanlı örsün yarığını bir demir çubukla araladı. Sakalı çıkardı ve

ihtiyar önüne düştü. Uzun koridorlardan geçerek şatonun mahzenine indiler. Orada altın dolusu üç sandık duruyordu. İhtiyar onları göstererek konuştu:

Bunlardan birisi ülkedeki fakirlerin, dedi. Biri cesaretine karşılık senin, biri de kralın Bunu böyle paylaştıracaksın.

O sırada saat on ikiyi vurdu. İhtiyar ortadan kayboldu. Çocuk karanlıklar içinde kaldı.

Hiç korkmadı, kendi kendine: Buradan çıkmanın yolunu bulurum mutlaka dedi. Elleriyle yoklaya yoklaya koridora geldi. Sonra merdiveni bulup yukarıya çıktı. Ateşin yandığı odayı bulup kanepeye uzandı ve yatıp uyudu.

            Ertesi sabah kral erkenden geldi:

Umarım korkuyu öğrenmişsindir evlat, dedi.

Hayır efendim, ne gezer diye yanıt verdi. Ölü yeğenim buradaydı, sakallı bir adam geldi, alt katta üç sandık altın gösterdi bana. Ama korkunun ne olduğunu öğrenemedim hala.

Kral onun sırtını okşadı:

Şatoyu sihirden kurtardın, dedi. Kızımla evlenmeye hak kazandın.

Çocuk pek aldırmıyor gibiydi. Hiç durmadan, neye yarar korkuyu öğrenemedimki,diye

söylenip duruyordu. Birkaç günlük hazırlıktan sonra düğün yapıldı, bir sandık altın halka dağıtıldı. İkinci sandık korkusuz gencin yaşayacağı saraya kondu. Üçüncü sandıkta kralın  hazinesine kondu. Genç çocuk, karısını çok sevdi. Ona candan bağlandı. Mutlu bir yaşam sürdü. Ama yine de durmadan, korkuyu öğrenemedim diye söylenmeye devam ediyormuş.

Karısı bu sözlere çok kızıyordu. Ama kocasını sevdiği için hiç ses çıkarmadı. Bir gün bu işe son vermek istedi. En yakın hizmetçisini yanına çağırarak ona fısıl fısıl bir şeyler söyledi. Sonra ona:

Anladın mı, dedi. Bana yardım edeceksin değil mi?

Tabi prensesim, dedi genç hizmetçi. Bu sayede eşiniz korku nedir öğrenecek.

O gece herkes odasına çekilince hizmetçi eline bir kova aldı. Bahçenin ortasından

geçen dere kıyısına gitti. Kovayı suya daldırıp bir dolu kaya balığı yakaladı. Sonra sessizce ilerleyip genç karı kocanın dairelerinin kapısını açtı. Sessizce içeriye girdi. Karyolaya yaklaştı prenses aniden yorganı kaldırdı. Hizmetçi de soğuk suyu balıklarla birlikte, uyumakta olan gencin üstüne boşalttı.

            Oğlan suyu etkisiyle aniden uyandı. Ürperdi. Hele üstünde zıplayıp duran balıkları hissedince titremeye başladı. Karısına:

Oh! Hele şükür, dedi. Bak işte zangır zangır titriyorum. Bir daha korkudan titremekten söz etmeyeceğim hiçbir zaman dedi.

Böylece hep birlikte mutlu bir ömür sürmüşler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder